“Hora fugit, stat ius” (zaman geçer, hukuk kalır).
Bazı kararlar (ilâmlar) vardır ki, bunlar mahkemenin huzurundaki olayı aşıp gerek ilmî gerekse de kazaî anlamda bir miras teşkil ederler. Zira bu kararlarda yer alan değerlendirmeler, nitelendirmeler ve kavramlar (örneğin “beşeri karine” gibi)hukukun ufkunu teşkil eder; güneş gibi daima ışık saçarlar. Diğer bir ifadeyle, edebiyatta klasik olarak adlandırılan yani, hiç eskimeyen ve her daim okunacak eserler gibi nitelendirdiğim “Somut Olayı Aşan Kararlar” ile sayısı pek az olsa da bu minvâlde tesadüf ettiğim kararları bir araya getirmeyi, adetâ paha biçilemez bir mirasın defterini tutmayı amaçladım.
“HÂKİM; İNSANA, TABİATA, GERÇEĞE, OLAĞANA SIRT ÇEVİRMEDEN VE KATI KALPLER İÇİNDE SIKIŞIP KALMADAN UYUŞMAZLIĞA İNSAN KOKUSU TAŞIYAN BİR ÇÖZÜM GETİRMEK ZORUNLULUĞUNDADIR.”
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 1976/9370 K. 1976/13138 T. 31.12.1976
“Davacı (A) iki parça taşınmazını oğlu (S) ile torunu (B)’ye ölünceye kadar bakma şartıyla bağışlamıştır. Davacı oğlu (S)’nin Haziran 1975 de ölmüş bulunmasından ötürü adı geçenin mirasçılarını hasım gösterip “Ölüm” nedenine dayanmak ve öteki davalı (B) aleyhinde ise “Bakma Borcunu” yerine getirmediğini ileri sürmek suretiyle ölünceye kadar bakma sözleşmesinin “fesih” edilmesini istemiştir.
Yapılan bu açıklama gereksiz değildir. Davanın iki ayrı yönü ve nedeni olduğu halde mahkemece bunlar birbirinden ayırt edilmeden davacıya bakıldığından bahisle dava reddedilmiştir.
Uyuşmazlıkta, (S) mirasçılarına yöneltilen davada Borçlar Kanununun 518 inci maddesine dayanılmak ve (B)’nin hasım tutulduğu bölümde ise aynı Kanunun 517 inci maddesine istinat edilmek suretiyle iki ayrı yasal nedenle sözleşmenin feshi istenilmiştir.
Davacı sahip olduğu iki parça taşınmazın 1/2 payını oğlu (S)’ye 1/2 payını da torunu (B)’ye bakma şartıyla bağışlamıştır. Sözleşmede bağışlamanın her iki davalı tarafından “birlikte” yapılması yolunda bir kayıt mevcut değildir. Teselsüz söz konusu olmadığına göre her iki akid tek başlarına davacıya karşı bakma yükümlülüğünü üstlerine almışlardır. Davacı, akidlerin her birinden bakma şartına riayet etmelerini ayrı ayrı isteyebilir.
1 – Sözleşme gereğince davacıya karşı ölünceye kadar bakma yükümlülüğünü üstüne alan (S) öldüğüne göre davacı Borçlar Kanununun 518 inci maddesine dayanarak borçlunun mirasçılarından sözleşmenin feshini isteyebilir. Ölüm vaki olduğu takdirde alacaklı, ölen borçlu yerine mirasçılarının kendisine bakmalarını kabullenmek zorunda değildir. Ölünceye kadar bakma sözleşmesinde “Ölüm Hali” ayrı ve özel bir fesih nedenidir.
Borçlu (S) 1975 yılı Haziran ayında ölmüştür. Adı geçenin mirasçıları hakkındaki bu dava ise Eylül 1975 tarihinde açılmıştır. Ölümden sonra 1 yıl geçmeden fesih isteğiyle açılan davanın Borçlar Kanununun 518 inci maddesinde öngörülen biçimde incelenmesi gereklidir. Davanın (S) mirasçılarıyla ilgili bölümünün, 5.6.1957 gün ve 22 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca “borçlunun iflası halinde iflas masasından isteyebileceği miktara eşit olan bir paranın alacaklıya verilmesi” suretiyle kabul edilmesi gerekli olduğu düşünülmeden yasaya aykırı düşen bazı düşüncelerle reddedilmesi yolsuzdur.
2 – Davacının, davalılardan (B)’ye karşı iki isteği vardır. (B)’nin (S)’nin mirasçısı olmak sıfatıyla sorumlu olduğu yöne ilişkin çözüm yolu yukarı bentte açıklanmıştır.
(B) ayrıca, tek başına davacıya karşı ölünceye kadar bakma ödevini de üstüne almıştır. Davalı (B) Ordu da çalışan ve işi gereği memleketin değişik yerlerinde oturan bir kişidir. Davalı ara sıra Eskişehir’e uğramakta ve bir formaliteyi yerine getirmek üzere davacıyı yoklamaktadır. Zorunlu ve isteksiz bir hatır sormaktan öteye gitmeyen bu yoklamaların taraflar arasındaki sözleşmede öngörülen “Bakma” niteliğini taşımadığı açıktır. (B)’nin babaannesi olan davacıya yükümlü olduğu bakma borcunu yerine getirmek isteğiyle [yanına] çağırdığı ve birlikte oturmaya davet ettiği, bu konuda istekli ve candan ve içten bir davranışta bulunduğu tesbit edilmiş değildir.
1305 doğumlu olan ve yaş merdiveninin 90. basamağına tırmanmak üzere bulunan davacının yaşantısını geçirdiği Eskişehir’den ayrılmak ve torunu davalı (B)’nin peşinden diyar diyar dolaşmak güç ve arzusu olmadığı gibi kendisinden böyle bir harekette bulunmasını da isteyen yoktur. Pek çok örneği olduğu gibi davacı yakınlarının ilgisinden yoksun kalmış ve son demlerini yalnız başına yaşamağa terkedilmiş bir kişidir. Davacı “Bakılan” değil yalnızlığa “bırakılan” ve düzenlenen sözleşmeye rağmen torunundan umduğunu bulamayan yaşlı bir ninedir.
Türkiye’de ölünceye kadar bakma sözleşmesinin amacına uygun olarak işlemediği acı bir vakıadır. Bu sözleşme çok kez mirasçılardan bazılarının miras haklarından yoksun bırakmak, bazan tatlı vaadlerle yaşlı bir kimse aldatılıp kandırılarak onun maddi varlığını ele geçirmek için kullanılan bir haksızlık ve gasp aracı haline gelmiştir. Sırf bakmayı sağlamak üzere yapıldığı kabul edilen hallerde bile sözleşmeden doğan bakma borcunun yerine getirildiği görülmemiştir. Bu gün ülkemizde ana ve babasına bakan evlat, dede ve ninesine bakmak zorunluğunu duyan torun sayısı azalmıştır. Esasen yasa ve ahlak gereği bakma yükümlüsü olduğu halde bunu yerine getirmek gereğini duymayan bir kişinin bu borcu sözleşme konusu yapması takdirinde borçlu yönünden değişen bir şey yoktur. Tersine olarak bu gibi hallerde bakılması lazım gelen kimse yalnız bakılmamakla kalmamakta, elinden malı alınmak suretiyle daha kötü bir duruma düşmektedir. Ömrü boyunca dava nedir bilmeyen bir kimse, hayatının son demlerinde ve en zor döneminde kaptırdığı malı kurtarabilmek için mahkemelik olmaktadır.
Daire, ölünceye kadar bakma müessesesinin Türkiye’deki uygulamalarını geniş çapta denetleyebilmek ve genel eğilimi gösteren bir sonuç çıkarabilmek mevkiindedir. Bu konu ile ilgili uygulamaların gerçek yönü ve nedenleri yukarıda bütün çıplaklığıyla açıklanmıştır. Daire, temelinde çok insancıl ve yararlı bir müessese olan Ölünceye kadar bakma sözleşmesinin amacına ters düşen uygulamalarını önlemeye uğraşan titiz bir anlayış ve kararlı bir tutum içindedir.
Hakim[in] delilleri takdir ederken olayın ve tarafların özelliklerini, ülke gerçeklerini gözden uzak tutmaması gereklidir. Davada, delillerin değerlendirilmesinde hakimin bu ilkelere bağlı kalmak ve yaklaşım göstermek suretiyle sonuca ulaştığını gösteren bir belirti yoktur.
Nüfus kaydına göre, davacı (A)’nın oğlu (S) ile kızı (Sa.) adında iki çocuğu vardır. Bakma sözleşmesi davacı (A) ile oğlu (S) ve torunu (B) arasında düzenlenmiştir. (Sa.)nin sözleşme konusu taşınmazlarda miras hakkı bertaraf edilmiş, davacı (A)’nın başka bir varlığı mevcut değilse adı geçenin miras payı sıfıra indirilmiştir. Bu açıklama olayda, genel çerçevenin dışına çıkmayı haklı gösterecek bir özellik mevcut olmadığını ortaya koyduğu halde, mahkemece davalı tanıklarından bir kaçının mücerret bakmadan bahis bulunan yuvarlak sözlerine dayanılarak davalı (B)’nin davacıya (nasıl, ne zaman ve ne suretle baktığı) ve (bakma olanaklarına sahip olmadığı) gözönünde tutulmadan bakma borcunun yerine getirildiği kabul edilerek davanın reddedilmesi isabetsizdir.
Kaldı ki, davacı babaanne, davalı torundur. Dede ve nineler torunlarını çok severler, onları hoş görürler, büyük bir muhabbetle bağırlarına basarlar. Davacı torunu davalı (B)’ye göz[ünü] kırpmadan iki taşınmazının yarı payını bağışlamıştır. Babaanne gösterdiği fedakarlık ve ilgiye karşı torunu olan davalı en küçük bir mukabelede bulunsaydı böyle bir dava açmak gereğini duymazdı.
Mahkemece delillerin değerlendirilmesinde büyük etkisi olan bu “beşerî karine” ye yer verilmeden babaannenin açtığı davanın reddedilmesi insancıl ilişkilere ve gerçeklere aykırı düşen bir kabul şeklidir.
Bu konuda daha pek çok şeyden söz edilmesi mümkündür. Hâkim; insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalpler içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorunluğundadır.
Bu nitelikleri taşımayan mahkeme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle H.U.M.K. nun 428 inci maddesi gereğince (BOZULMASINA) gelen temyiz eden vekili için 1400 lira duruşma vekalet ücretinin temyiz edilenlerden tahsiline, peşin harcın iadesine 31.12.1976 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
İşbu karara atıf yapılan bazı kararlar da aşağıdaki gibidir:
“Dairemizin 31.12.1976 tarihli 1976/9370 E, 1976/13138 K sayılı ilamında da belirtildiği üzere “Hâkim; insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalıplar içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır.” Bu nedenledir ki, hâkim olaylara, adalet hizmetine çözüm odaklı yaklaşmalı, şekilci olmamalıdır. Eldeki davada, davacı tarafça 09:36’da keşif harç ve avansı tamamlanmış olup kısa sürelik farktan ötürü keşiften vazgeçilmiş sayılması ve bu gerekçe ile davanın reddi yerinde görülmemiştir.” Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 12.09.2023 tarihli, E. 2022/4777 K. 2023/4273 sayılı ilâmı.
“Davanın tüketici mahkemesinde görülmesi ile ticaret mahkemesinde görülmesi arasında davacı açısından önemli farklılıklar oluşmaktadır. Davanın tüketici mahkemesinde görülmesi halinde hükmedilecek vekalet ücreti miktarı, dava sonunda harçtan veya arabuluculuk ücretinden sorumlu olmamak gibi önemli bir kısım avantajlardan faydalanma imkanı varken, davanın ticaret mahkemelerinde görülmesi halinde davacının tacirler hakkındaki hükümlere tabi olarak durumu tüketicilere göre oldukça dezavantajlı hale gelmektedir. Bu durumda davalı araç malikinin sigorta poliçesi düzenlenirken ticari amaçla mı yoksa tüketici ilişkisine dayanarak mı hareket ettiğinin titizlikle irdelenmesi gerekmektedir.
3-Bilindiği üzere sigortacının 3.kişiye ödediği tazminatı kendi sigortalısına rücu etmesi halinde aradaki ilişki halefiyet ilkesine değil sözleşmeye dayanmaktadır. Bu durumda sözleşmenin tarafları arasındaki hukuki duruma göre görevli mahkeme belirlenecektir. Sigortacı ile sigortalı arasındaki ilişki bir tüketici ilişkisi ise görevli mahkeme Tüketici Mahkemeleri, ticari nitelikte bir ilişki mevcut ise görevli mahkeme Asliye Ticaret Mahkemesi olacaktır.
Somut olayda davalı araç malikine ait aracın ruhsat kaydı hususi olup, davalı gerçek kişidir. Davalının sigortalı aracı ticari amaçlı olarak kullandığına dair dosya kapsamında herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu durumda görevli mahkemenin Tüketici Mahkemesi olduğu değerlendirilmiştir.
4-Bir kısım yerel mahkeme ve yüksek mahkeme kararlarında araçların hususi kayıtlı ruhsata sahip olsa dahi kullanım amacının “yük nakli” olduğundan ve araç cinsinin kamyonet olduğundan bahisle araçların ticari olduğu yönünde değerlendirmeler bulunuyor ise de bu görüşe katılmak mümkün değildir. Zira ülkemizde yaygın olarak hususi amaçla da kullanılan hafif ticari olarak tabir edilen Fiat Doblo, Fiat Fiorino, Renault Kangoo, Volkswagen Caddy, Ford Transit Connect-Courier ve benzeri model araçların salt üretim amacına bakılarak ticari amaçlı kullanıldıklarını söylenemez. Kaldı ki, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bu tür araçlarla ilgili yapmış olduğu bir değerlendirmesinde hususi-ticari ayrımında dikkat edilmesi gereken unsurlar açıklanmıştır;
“Somut olaya gelince; taraflar arasındaki satış sözleşmesine konu olan araç, tanıtım kılavuzunda genel olarak “ticari araç” olarak tasarlandığı belirtilmiş olsa da, dosyada mevcut olan araç ruhsatında aracın kullanma şeklinin “ticari” değil, “hususi” olduğunun yazıldığı dosyada bulunan Trafik Tescil Belgesinden anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde davaya konu aracın hangi amaçla kullanılmak üzere satın alındığının tespiti önem taşımaktadır. Davacı, aracı ticari amaçla kullanmak üzere değil hususi amaçla kullanmak üzere satın aldığını beyan ederek aracı “Hususi” olarak tescil ettirmiş, eldeki davayı da tüketici sıfatı ile Tüketici Mahkemesinde açmıştır. Bu durumda davacının aracı ticari amaçla değil, hususi amaçla satın aldığının kabulü gerekir. Bu hususun aksi de ispatlanabilir. Ancak davalı davacının aracı ticari amaçlarla kullandığını iddia etmemiştir. “(Yargıtay H.Genel Kurulu, 2012/13-1217 E. 2013/555 K. 17.04.2013 T.)
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu çok isabetli bir şekilde, araç malikinin aracı “hususi” olarak tescil ettirmekle kullanım amacını da beyan etmiş olduğu yönünde görüş belirtmiştir. Bu hususun elbette aksi ispat olunabilecektir, ancak dosya kapsamında aracın ticari amaçla kullanıldığına dair herhangi bir delil bulunmamakta ise aracın hususi amaçla kullanıldığının kabulü gerekmektedir. Zira aracın ticari nitelikte olduğunun kabulü araç malikinin tacir olarak kabul edilmesine yol açmakta ve hukuken tüketici konumuna göre oldukça dezavantajlı bir duruma sokmaktadır. Araç malikini dezavantajlı duruma sokan hukuki bir durumun başkaca bir delil bulunmaksızın salt aracın kamyonet cinsi olup yük nakli amaçlı üretilmesi ticari kullanıma karine teşkil edemez.
“Hakim; insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalıplar içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır.” (Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 31.12.1976 tarih, 1976/9370 E., 1976/13138 K. sayılı ilamı)
Ülkemiz geniş aile yapısı gözetildiğinde özellikle 1990’lı yıllarda stationwagon kasa tipi araçların yaygın olarak kullanıldığı, 2000’li yıllar sonrasında ise yine aileler tarafından hafif ticari olarak tabi edilen dava konusu aracın da içinde bulunduğu araçların yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Ülkemizin bu kullanım alışkanlığı gözetildiğinde aracın salt üretim amacına üstünlük tanınarak ticari kabul edilmesi hakkaniyete uygun olmayacaktır. Nitekim Yargıtay 4.Hukuk Dairesi’nin 2021/4375 E. 2021/2538 K., Yargıtay 17.Hukuk Dairesi’nin 2018/3574 K. 2020/1985 K. Ve istikrar kazanan bir çok kararında aracın ruhsat kaydında hususi kullanım amacı işli olması halinde aracın fiilen ticari bir işte kullanıldığı ispat edilmedikçe hususi olarak değerlendirildiği görülmektedir.
5-Somut olayda, dosya içeriğinde bulunan araç ruhsat kaydına ilişkin evrakın incelenmesinde kullanım amacı bölümünde “YÜK NAKLİ-HUSUSİ” ibaresinin yazılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bir aracın ticari kullanıma özgü olduğunun kabulü için “ticari” amacın ruhsata işli olması gerekmektedir. Hususi kullanım kaydı bulunan bir aracın salt “yük nakli” kullanım amacına göre üretilmiş olması aracın ticari olduğunu göstermez. Araç sahibi şahsi yüklerinin taşınmasında kullanmak üzere yük nakline yarar bir aracı “hususi” kaydı ile satın aldığında bu aracın ticari amaçlı kullanılmadığı açıktır. Kaldı ki somut olayda aracın Fiat Fiorino marka-model bir araç olduğu, ülkemizde bu tür araçların bagaj kapasitesi ve daha makul fiyatları olması nedeniyle sıklıkla bireysel kullanım amacıyla satın alındığı, trafikte neredeyse otomobil sayısına eşit derecede hafif ticari tipi bu tür araçların yer aldığı bilinen bir gerçektir. Dosya kapsamında aracın ticari amaçlı kullanıldığına dair farklı bir bilgi ve belge de yer almamakta olup, dava konusu sigorta poliçesinde dahi aracın ticari amaçlı kullanıldığına yönelik bir kayıt bulunmamaktadır, aracın trafik kaydı gözetildiğinde hususi amaçlı kullanıldığının kabulü gerekmektedir.
Nitekim Yargıtay’ın farklı kararlarında “yük nakli-hususi” kayıtlı araçların ticari olarak değerlendirilemeyeceği yönünde istikrar kazanmış uygulaması bulunmaktadır.
…
6-Her ne kadar “yük nakli-hususi” ruhsat kaydı bulunan araçların ticari nitelikte olduğuna yönelik görüşler içeren yüksek mahkeme kararlarına da rastlanmakta ise de bu kararlarda dosya kapsamında araçların üzerinde ticari amacı kullandığını gösterir iş yeri isim ve logolarının bulunduğu veya dosya davacısının aracı ticari amaçlı kullandığını gösterir başka delillerin de bulunduğu, oysa ki görülmekte olan dosyada davacıya ait aracın ticari veya mesleki amaçla kullanıldığına dair bir delil bulunmadığı gözetildiğinde bu kararların emsal nitelikte olamayacağı değerlendirilmiştir.
7-Ayrıntılı gerekçeleri yukarıda açıklandığı davalıya ait aracın ruhsat kaydının hususi olduğu, üretim amacının tek başına aracı ticari hale getirmeyeceği, aracın ticari amaçlı kullanıldığının kabulü için başkaca delillerin bulunması gerektiği, dosya kapsamında ise aracın ticari kullanımına yönelik herhangi bir kayıt, delil veya beyan bulunmadığı gözetildiğinde aracın ruhsat kaydına itibar edilerek hususi olarak nitelendirilmesi gerektiği, davacının trafik tescilini hususi olarak gerçekleştirerek kullanım amacına yönelik bu yönde bir irade açıklamasında bulunduğu, aksinin ispat edilmedikçe aracın hususi kabul edilmesi gerektiği anlaşıldığından görevli mahkemenin tüketici mahkemesi olacağı değerlendirildiğinden mahkememizin görevsizliğine ve İzmir Tüketici Mahkemesi’nin görevli olduğuna dair aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.” İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesinin 20.01.2022 tarihli, E. 2021/766 K. 2022/65 sayılı ilâmı.
“Eldeki davada tanık beyanları ve tarafların sosyal ve ekonomik durumları dikkate alındığında davalı kadının asgari ücret aldığı, bir işe girip elde ettiği gelirin kendisini yoksulluktan kurtaracak düzeyde olmamakla birlikte, davacının nafaka ödeyebilecek ekonomik gücünün bulunmadığı, boşanma nedeniyle bunalıma girip çalışamamasının davacı erkeğin kusurundan kaynaklanmadığı, tanık beyanına göre davacı erkeğin geliri bulunmadığından nafakanın ailesi tarafından ödendiği anlaşılmaktadır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 31.12.1976 tarihli ve 1976/9370E.-13138 K. sayılı kararında da belirtildiği gibi hâkim, insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalıplar içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır. Tarafların eldeki davada tespit edilen mali durumlarından davacının çalışmadığı, geçiminin ailesi tarafından karşılandığı, davalının ise sigortalı bir işte çalıştığı ve asgari ücret seviyesinde gelirinin bulunduğu görülmektedir. Bu durumda da, nafakanın kaldırılması hakkaniyete, yoksulluk nafakasının temelinde yatan sosyal ve ahlaki fikre uygun düşecektir.
O hâlde, dava tarihinden itibaren asgari ücret düzeyinde düzenli işi ve geliri bulunan davalıya bağlanan yoksulluk nafakasının azaltılarak dahi olsa devamına karar verilmesinin, davacıyı yoksulluğa düşürüp gerçek anlamda mağduriyetine neden olacağı gerekçesiyle yoksulluk nafakasının kaldırılmasına hükmeden yerel mahkeme direnme kararında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.” Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14.11.2019 tarihli, E. 2017/1013 K. 2019/1180 sayılı ilâmı.
”TBK madde 50/2′ de yer alan; ‘Uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hakim olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirler’ hükmü ile birlikte Yargıtay 1. H.D.’nin 31.12.1976 tarih ve 1976/9370-13138 sayılı kararında da belirtildiği üzere; ‘Hakim; insana, tabiata, gerçeğe, olağana sırt çevirmeden ve katı kalıplar içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorundadır’ anlayışı ile davacının kaza tarihinde yapmış olduğu işe ilişkin gelirinin belirlenmesi için mahkeme hakimi tarafından kendi sosyal çevresinde pizza dağıtıcısının gelirinin belirlenmesi için sondaj çalışması yapıldığı, bu amaçla değişik markalar altında çalışan pizza dağıtıcılarına değişik zaman ve tarihlerde mahkeme ortamından bağımsız olarak, hatta kimisine bizzat sipariş vermek suretiyle siparişin teslimi esnasında sorulmak suretiyle, kimisine çalışmış olduğu işletme önünde sohbet mahiyetinde sorular sormak sur[e]tiyle samimi ortamda 2020 yılında pizza dağıtıcılarının gelirlerinin öğrenilmeye çalışıldığı, edinilen bilgiye göre değişik alternatiflerde işletmenin tercihine göre pizza dağıtıcılarının gelirlerinin değişkenlik gösterdiğinin anlaşıldığı, somut olayda davacının gelirinin ve dolayısı ile uğramış olduğu zararının net olarak tespitinin mümkün olmadığı, fakat bu imkansızlığa rağmen adil ve hakkaniyetli bir çözüm yolunun uygulanmaya çalışıldığı, buna göre 2020 yılında pizza dağıtıcılarının gelir seviyesine dair edinilen bilgiler ve dosya içerisinde yer alan bilgiler değerlendirildiğinde asgari ücrete göre bilirkişice yapılan hesaplamadan uzaklaşarak, davacının 2020 yılı aylık geliri yaklaşık olarak 4.000,00-TL civarında kabul edilerek, yuvarlama yapılmak suretiyle takdiren tazminat miktarının belirlendiği…” İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesinin 21.06.2023 tarihli, E. 2021/41 K. 2023/1055 sayılı ilâmının “Yerel Mahkeme Kararının Özeti” kısmından aynen alıntılanmıştır.
“6100 sayılı HMK’nın 107. maddesi ile bedensel olarak zarara uğrayan veya destekten yoksun kalan kişilere belirsiz alacak davası açma imkanının da kanun koyucu tarafından tanındığı dikkate alındığında haksız fiil tarihindeki veriler esas alınmasına rağmen hesaplanan tazminata uygulanan temerrüt faizinin talep halinde olay tarihi, dava tarihi gibi daha geriye bir tarihten işlemesi de dengeleyici bir unsur niteliğinde olup sorumluluk hukukunun genel ilkesine bağlı kalınmasının da tam bir hakkaniyetsizlik yarattığından da söz edilemez.
Ayrıca Yargıtay’ın mevcut uygulaması hakim değişikliği, raporun yıl sonunda alınması ve yeni yıla girilmesi, bozma sonrası yeniden hüküm verilmesi gibi hallerde olduğu gibi karar tarihine yakın verilerin kullanılması gerekçesiyle birden fazla aktüerya raporu alınmasına sebebiyet vermekte ve yargılamanın uzamasına da yol açmaktadır. Bu durum da yargılamanın en kısa ve makul sürede sonuçlandırılması zorunluluğuyla bağdaşmadığı gibi hakkın en kısa sürede sahibine teslim edilebilmesini de mümkün kılmamaktadır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 31/12/1976 tarih 1976/9370 karar sayılı kararında da ifade edildiği gibi “…Hakim tabiata, olağana, gerçeğe uygun bir şekilde katı kalpler ve katı kalıplar içerisinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa insan kokusu taşıyan bir çözüm getirmek zorundadır…”
Mahkememizce, Yargıtay’ın istikrarlı olarak kararlarında benimsediği ilkelerin dışına çıkılmasını gerektiren hususlar yukarıda açıklanmış olup Yargıtay tarafından yapılan yorumun kanun hükümlerine olağan dışında bir anlam vermek suretiyle elde edildiği ve mevzuat hükümleri çerçevesinde, öngörülebilirlik sınırları içerisinde olduğundan bahsedilemeyeceği, bu açıdan ilgili katı yorumun zarar veren haksız fiil failinin ve onunla birlikte sorumlu olan diğer yasal sorumlular yönünden, gerçek zararın karşılanması suretiyle zarar görenin mülkiyet hakkı kapsamındaki meşru beklentisi ile fazla tazminat ödenmesini engellemek suretiyle de zarar verenin mülkiyet hakkını koruma konusundaki adil dengenin bozulmasına sebebiyet vermek suretiyle mülkiyet hakkını ihlal ettiği, mahkememizin temel hak ihlallerini gidermekle yükümlü olduğu(Anayasa Mahkemesi’nin, Necati Gündüz ve Recep Gündüz bireysel başvurusu, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri bireysel başvurusu, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26), Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir kanun yolu olduğu, temel hak ve özgürlüklerin ihlallerinin mahkememizce çözüme kavuşturulmasının esas olduğu (Bayram Gök, B. No: 2012/946, 26/3/2013, § 18) bu nedenle ölüm ve bedensel zarara ilişkin tazminat hesaplamasında dava hangi tarihte açılmış olursa olsun haksız fiil tarihindeki verilerin esas alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. Kanaatimizce bu kabul hem kanunun ruhuna ve özüne hem de hakkaniyete de daha uygun olacaktır.” İzmir 1. Asliye Ticaret Mahkemesinin 19.01.2022 tarihli, E. 2017/529 K. 2022/43 sayılı ilâmı.
“HUKUK; ADALET, AKIL VE HAYAT İCAPLARININ DIŞINDA KALAN ANLAMSIZ BİR KALIPTAN İBARET DEĞİLDİR.”
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1970/56 K. 1974/312 T. 30.03.1974
“Davacı İstanbul Belediyesi vekili, tapulu taşınmazlarına gecekondu inşa edip kiraya veren ve bu yerde kira ile oturan davalılar aleyhine elatmanın önlenmesi ve işgal tazminatının tahsili isteğinde bulunmuştur.
Mahkemece, elatmanın önlenmesine ancak, davacı bir zarara uğradığını iddia etmeyip davalının elde ettiği fayda esasına dayanarak işgal tazminatı istemiş olduğundan 8/3/1950 gün ve 4/22 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre, bunun mümkün olmadığı gerekçesiyle işgal tazminatı hususundaki talebi red edilmiştir.
Davacı Belediye vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, davacı Belediyenin işgal tazminatı isteği, usulü dairesinde inceleme konusu yapılmadan bazı düşüncelerle reddedilmesi yolsuz olduğundan bahisle hükmü bozmuştur. Mahkeme ise, bazı sebep ve düşüncelerle önceki kararında direnmiş ve direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnmeyi kapsayan son hükmün süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü :
Davalı, davacı Belediyeye ait bulunan arsayı sebepsiz olarak işgal etmiş ve başkasına kiraya vermek suretiyle gelir bile sağlamıştır. Bu biçimde oluşan maddî olay ileri sürülerek davacı Belediye tarafından açılan dava ile, davalının elatmasının önlenmesi ve işgal nedeniyle uğranılan zarar karşılığının hüküm altına alınması istenilmiştir.
Dava dilekçesinde, kişisel hakka (tazminata) ilişkin bulunan açıklamaların ifade zarfı ile malül olması bu konudaki istemin kapsamı üzerinde kuşku yaratacak nitelikte değildir.
Davacının, kendisine ait taşınmazın haksız olarak işgal edilmesinden ötürü tazminat olarak bir miktar paranın ödenmesini istediği açıktır.
Bir taşınmazın sahibinin izni alınmadan ve geçerli nedene dayanmadan işgal edilmesi halinin, haksız fiil niteliği taşıyan bir eylem olduğu şüphesizdir. Haksız fiil olarak nitelendirilen işgal eylemi, yer sahibi bulunan davacının sonunda bir zarar görmesini doğurmuş ise bunun ödenmesi gerekir.
Zararın varlığı, kural olarak davacı tarafından isbat edilir. Ancak olayda davacı Belediye özellik taşıyan bir zarara uğradığını belirtmediğine, yani dava edilen yeri kendisi kullanmakta iken buna engel olunmasından ötürü belirli bir zarara uğradığını veya belirli bir miktar üzerinden kiraya vermekte iken bu olanaktan yoksun kaldığını ileri sürmediğine göre, (ecrimisil) olarak nitelendirilen en az zarar karşılığının hüküm altına alınması isteğinin kabulü zorunludur.
Davaya konu olay gibi özellik taşıyan durumlarda, davacı Belediyenin dava edilen yeri kullanmadığından ve kiraya vermediğinden, boş olarak duran bir yerin işgalinden ötürü davacının zarar görmediğinden bahisle davanın yüzeyde kalan bir incelemeye dayanılarak reddedilmesi doğru değildir. Fuzulî şagil, işgal ettiği taşınmazı kiraya verip gelir sağlıyacak, yer sahibi fuzulî şagilden bir şey isteyemeyecek.
Böyle bir kabul tarzı hayatın gerçeklerine, akıl ve adalet icaplarına aykırı düşer. Hukuk anlayışının ve isbat külfetinin yukarıda sözü edilen ölçülere ters düşmemesi gerekir. Zira, [hukuk;] adalet, akıl ve hayat icaplarının dışında kalan anlamsız bir kalıptan ibaret değildir.
Hal böyle olunca, işe yukarıda belirtilen ilkelerle bağdaşan bir çözüm yolu bulmak zorunluluğu vardır. Esasen, bu yol bugüne kadar yapılan uygulamaların çoğunluğunda belirtilmiş olduğuna göre, yapılacak iş, bilinenin tekrarından ibaret olmak gerekir.
Memleketimizde, taşınmaz malların haksız işgal edildiği hallerde, zararın giderilmesi (ecrimisil) adı verilen bir. miktar paranın ödenmesi suretiyle sağlanmaktadır.
(Ecrimisil) Cumhuriyet öncesi hukuktan gelen ve zamanımıza kadar varlığını sürdüren bir terimdir. Günümüzün uygulamalarında, bu terim, haksız işgalden doğan zararın tabanını, yani asgari haddini, en az kira bedelini ifade eden bir anlam taşımaktadır.
Davacı belediye (ecrimisil) ile karşılanabilecek bir miktardan daha fazla bir zarara uğradığını ileri sürmediğine göre, mahkemece bilirkişiye yaptırılacak inceleme sonunda, dava konusu taşınmazın ecrimisil getirebilecek nitelikte olduğu anlaşıldığı takdirde fuzulî işgalden ötürü uğranılan zararın giderilmesi için bilirkişi tarafından saptanan ecrimisil miktarını gösteren paranın hüküm altına alınması gerekir.”
“HASTA İLE DAVANIN TARAFLARI OLAN KİŞİLER ARASINDA HİÇBİR FARK YOKTUR. HASTALAR DOKTORDAN DERTLERİNE DAVANIN TARAFLARI İSE SIKINTILARINA MAHKEMENİN ÇARE BULMASINI İSTERLER. AŞILMAZ YASAL ENGELLER MEVCUT OLMADIKÇA KENDİSİNE YASA KOYMAK YETKİSİ BİLE VERİLMİŞ BULUNAN HÂKİM, MAHKEMEYE BAŞVURAN KİŞİNİN DERDİNE GÜNÜN KOŞULLARINA VE OLANAKLARINA UYGUN DÜŞECEK BİR ÇARE BULMAK ZORUNLULUĞUNDADIR. HÂKİM, OLAYLARI SINIRLI VE SAYILI BAZI “KALIP” VE “KURAL”LARA GÖRE DEĞERLENDİREN BİR BİLGİSAYAR DEĞİLDİR. YASALAR VE KURALLAR, HÂKİM İÇİN “AMAÇ” OLMAYIP ADALETİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN GEREKLİ VE ZORUNLU BİRER “ARAÇ”TIR. HÂKİM, HİÇBİR GÜCÜN VE KURALIN ESİRİ DEĞİLDİR. KENDİSİNİN DAHİ ETKİLEMEK GÜCÜNE SAHİP OLMADIĞI VİCDANININ TEMİZ SESİNE UYARAK VE GEREKİRSE YASAYI BİLE AŞARAK ADALETİ GERÇEKLEŞTİRMEKLE GÖREVLİ, EN YETKİLİ KİŞİDİR.”
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 1978/2980 K. 1978/3172 T. 23.03.1978
“Davacı 1952 yılında mahkeme kararıyla senetsizden tesis edilen tapu muhtevasına dahil bulunan taşınmazın gerçek yüzölçüsü 139.13 m² olduğu halde tapu siciline 266 m2 olarak yazıldığını, şuyuun giderilmesi için açılan davanın duruşması sırasında bu yanlışlığın ortaya çıktığını, şuyuun giderilmesi davası[nın] bu yanlışlığın düzeltilmesine bağlı tutulduğunu ileri sürerek taşınmazın yüzölçümü ile ilgili yanlışlığın düzeltilmesini istemiştir.
Mahkeme taşınmazın hakim kararıyla tapuya tescil edildiğini kararın dayanağı bir krokinin mevcut olduğunu ve miktarın bu kroki esas tutularak belirlendiğini kabul etmek suretiyle bu konuda hiç bir inceleme yapmadan davayı reddetmiştir.
Hakim davada ancak belirli bazı durumlarda uygulanması gereken bir ilkeyi genelleştirmek suretiyle kolay, ama istenilmeyen bir sonuca varmıştır. Yargısal uygulamalarda genelleştirmeye gerekenden çok fazla yer vermek sakıncalıdır. Uygulamalarda olayın özellik taşıyıp taşımadığı ve ayrıcalık sayılması gereken bir durumun var olup olmadığı hususları üzerinde önemle durmak ve gerekirse genel ilke dışına çıkmak suretiyle uyuşmazlığa akıl ve hukukun, hayatın kabul edeceği uygun bir çözüm şekli bulmak zorunluluğu vardır.
Hakim, bazı durumlarda kendisini ilgili tarafın yerine koyduğu takdirde gerçeği ve davayı daha iyi anlamak imkanını elde edebilir. Davacı bir [izale-i şuyu u] davasında taraftır. Tapu sicilinde taşınmazın miktarı gerçek yüzölçüsünden daha fazla yazıldığı için [izale-i şuyuu] davası bu yanlışlığın düzeltilmesine bağlanmıştır. Davacı [izale-i şuyuu] davasını takıldığı noktadan kurtarabilmek için o davaya bakan hakimin gösterdiği lüzum üzerine bu davayı açmak zorunluğunda kalmıştır.
Asliye mahkemesine açılan bu dava bazı klişe ve kalıplara dayanılarak reddedildiği takdirde şuyuun giderilmesi davası da reddedilmeye mahkumdur. Bu suretle taşınmazla ilgili kişiler basit bir yanlışlık yüzünden sonsuza kadar şuyuun giderilmesini isteyebilmek imkanından yoksun kalacaklardır. Bunlardan ilki derdinden, ötekisi sıkıntısından şikayetçidir.
Hasta ile davanın tarafları olan kişiler arasında hiçbir fark yoktur. Hastalar doktordan dertlerine davanın tarafları ise sıkıntılarına mahkemenin çare bulmasını isterler. Aşılmaz yasal engeller mevcut olmadıkça kendisine yasa koymak yetkisi bile verilmiş bulunan hakim mahkemeye başvuran kişinin derdine günün koşullarına ve olanaklarına uygun düşecek bir çare bulmak zorunluğundadır. Hakim olayları sınırlı ve sayılı bazı “kalıp” ve “kural”lara göre değerlendiren bir bilgisayar değildir. Yasalar ve kurallar hakim için “amaç” olmayıp adaleti gerçekleştirmek için gerekli ve zorunlu birer “araç”tır. Hakim, hiçbir gücün ve kuralın esiri değildir. Kendisinin dahi etkilemek gücüne sahip olmadığı vicdanının temiz sesine uyarak ve gerekirse yasayı bile aşarak adaleti gerçekleştirmekle görevli, en yetkili kişidir.
Mahkeme, davada çok katı ve şekilci ve hayatın gereksinmelerine ters düşen bir gerekçeye dayanmıştır. Hakim kendisine tanınan geniş yetkiyi tam olarak kullanmış, davacının içinde bulunduğu sıkıntılı durum üzerinde [biraz] daha durmuş hele iddia edildiği gibi bir yanlışlık olup olmadığını araştırmış ve yanlışlığın varlığını tesbit etmiş olsaydı buna her halde bir çare bulmak zorunluğunda olduğunu kabul ve teslim ederdi. Hakim mahalline giderek taşınmazın gerçek geometrik şeklini fen memuruna kadastro yöntemlerine uygun düşecek tarzda sağlıklı olarak tesbit ettirmiş ve bu incelemeden elde edilen sonucu davacı tapusunun dayanağı olan harita ile karşılaştırmış olsaydı ortada ölçeğin yanlış gösterilmesinden veya yanlış ölçüm yapılmasından veya kod uzunluklarının hatalı çarpılmasından doğan gerçeğe aykırı düşen maddi bir hatanın mevcudiyetini tesbit etmiş olurdu.
İleri sürüldüğü üzere bir hata yapılmışsa bunun düzeltilmesi gereklidir ve düzeltilmesi mümkündür. Taşınmazın tapu sicilindeki yüzölçüsünde bir yanlışlık mevcut ise, taşınmaz sahiplerinin hepsi tarafından tapu sicil muhafızlığı hasım gösterilmek suretiyle açılan bir dava sonunda yanlışın doğruya dönüştürülmesi olanağı vardır. Mahkemenin redde ilişkin kararı yukarıdaki gerekçelere dayanılmak ve ilgililerin gösterilen şekilde dava açmak hakları saklı tutulmak suretiyle sonucu bakımından doğrudur.
“DAVA; İSTER RED, İSTER KABULLE SONUÇLANSIN, TARAFLAR KARARI, İSTER BEĞENSİN İSTER BEĞENMESİN, ASIL OLAN, SAĞLAM BİR SORUŞTURMAYA [DAYANAN] HUKUKSAL GEREKÇELER ÜZERİNE TÜM SENTEZLERİ İLE OTURMUŞ, ÜZERİNDE [HİÇBİR] KUŞKU GÖLGESİ TAŞIMAYAN, ÖZGÜN HÜKMÜ KURABİLMEK[T]İR. AMAÇ BUDUR. UYUŞMAZLIĞIN ÖZÜNE İNMEDEN ŞEKİL KURALLARINA SIMSIKI BAĞLI KALINDIĞI VE YÜZEYSEL SORUŞTURMALARLA YETİNİLDİĞİ TAKDİRDE, ADALETE GİDEN YOLLAR ÜZERİNDEKİ BARİKATLARI AŞMA OLANAĞI YOKTUR.”
T.C.
YARGITAY
1. HUKUK DAİRESİ
E. 1987/1244 K. 1987/2923 T. 02.04.1987
“Dava; ister red, ister kabulle sonuçlansın, taraflar kararı, ister beğensin ister beğenmesin, asıl olan, sağlam bir soruşturmaya dayan[a]n hukuksal gerekçeler üzerine tüm sentezleri ile oturmuş, üzerinde [hiçbir] kuşku gölgesi taşımayan, özgün hükmü kurabilmek[t]ir. Amaç budur. Uyuşmazlığın özüne inmeden şekil kurallarına sımsıkı bağlı kalındığı ve yüzeysel soruşturmalarla yetinildiği takdirde, adalete giden yollar üzerindeki barikatları aşma olanağı yoktur.
Bu genel açıklamadan sonra, davaya konu maddi olaya bakıldıkça; iddia ve savunmanın [hiçbir] noktada [birbirine] yaklaşmadığı, davalının özel olarak yaptırdığı ölçüme göre, elatmasının söz konusu olmadığı buna karşın, mahkemece görevlendirilen uzman bilirkişinin elatmayı saptadığı anlaşılmaktadır. Hiç kuşkusuz dava dışında, tek yanlı olarak yaptırılan özel ölçüm sonuçları, kesinlikle mahkemeyi ve davacıyı bağlamaz. Hâkimin bu yasal kurala bağlılığına da karşı çıkılamaz. Ne [var ki], hükme dayanak yapılan uzman bilirkişi raporu, özel ölçüm sonuçlarını, bilimsel ve kadastral yönden bir kalemde değersiz kılacak güç ve nitelikte değildir. Bu raporda hangi değişmez noktaların ve raporların esas alındığı ölçümün hangi kadastral alet ve yöntemlerle yapıldığı açıklanmamıştır. Gerçi aynı noksanlık, özel rapor için de söz konusudur. Amaç, hangi raporun üstün tutulması gerektiği yolundaki sorunun doyurucu bir yanıtı, dosya içeriğinde ve gerekçeli kararda yer almamış, tartışması dahi yapılmamıştır. Bu haliyle soruşturma, isabetli bir hüküm kurmaya, temyiz itirazlarını çürütmeye yeterli değildir.
Seçilecek uzman bilirkişiye ya da kuruluna, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda yeniden uygulama ve inceleme yaptırılması, tartışmasız biçimde kabul edilebilecek kesin sonuçlara göre hüküm kurulması gerekir.”
“BİZ OTUZ – KIRK SENE EVVELKİ İTALYAN NAZARİYELERİNE, İTALYA MAHKEMELERİ İÇTİHADINA BEL BAĞLAYAMAYIZ. AKSİNİ KABUL[HÂLİNDE]OTUZ SENE EVVELKİ HAYATI 150 SENE SONRA YAŞATMIŞ OLURUZ. NAZARİYELER HAYATI YÜRÜTMEZ, HAYAT İCAPLARI NAZARİYE YARATIR. BİZE DÜŞEN VAZİFE, KANUNUMUZU BÜTÜNLÜĞÜ İLE TETKİK EDEREK NAZARİYE VE PRENSİP VAZETMEKTİR.” Yargıtay İçtihatları Birleştirme HGK, 05.03.1947 tarihli ve 1945/30 E., 1947/13 K. sayılı ilâmından bir kesit (Kaynak: lexpera.com.tr).
Benzer yönde bkz. “…130 sene evvelki nazariyatı hukukiyeye istinat eden Fransız kanunlarını her şeye rağmen bugün de ayakta tutan kendi metinleri değil, o metinlere icabı hale göre mana ve tatbik kabiliyeti vermekte olan Fransız Temyiz Mahkemesinin içtihatlarıdır.” Yargıtay İçtihatları Birleştirme HGK, 02.04.1941 tarihli ve 1940/19 E., 1941/12 K. sayılı ilâmından bir kesit (Kaynak: lexpera.com.tr